PİPPA’YA MEKTUBUM ARACILIĞIYLA KADIN ÖTEKİDEN ÖTEKİLEŞTİRMEYE
Belgesel film, en bilinen tanımıyla gerçeğin yaratıcı bir şekilde yeniden yorumlanmasıdır. Belgesel sinema ve psikanalizin birbirine çok benzer yanları vardır. Belgesel sinemacı ve psikanalist duruşu birbirine benzer. Arada çok temel bir farkla. Belgesel sinemanın hedefi öncelikle toplum, psikanalizinki ise öncelikle bireydir.
Belgeselci, tanıklığına ya da yardımına başvurduğu her insana, her nesneye karşı özenlidir. Duygu, bilgi ve araştırmanın birbirini beslediği bu iz sürme, her olguya, her döneme, her insana eşit uzaklıkta durmaya çalışarak yürüyecektir. Psikanalistin tutumu da benzerdir. Psikanalist, kendisine başvuran herkese ayrım gözetmeksizin eşit bir uzaklıkta durur.
Belgesel sinema aracılığıyla düşünme, ifade etme, yaratma, üretme gibi kavramlara ayrım gözetmeden sahip çıkılırken, onları tıkayan kanallar açılır. Psikanalitik süreç de, insanın kendi tarihini yeniden gözden geçirmesidir. Yaşam boyunca deneyimlenen ancak bilinçdışına itilen süreçler psikanalitik çalışmada hatırlanır. Psikanalizde de amaç, bireyin kişisel tarihinden yola çıkarak tıkanan kanalları açıp ifade etme, yaratma ve üretmenin önünü açmaktır.
Pippa’ya Mektubum, Türkiye’de kadın olma, öteki olma durumuna değinirken, bir yandan da erkeklik hallerini sergileyen bir filmdir. Türkiye’de kadın olmak neredeyse şiddete uğramakla eş anlamlıdır. Kadına yönelik şiddetin yanı sıra her türlü şiddet olaylarının çok büyük bir artış gösterdiğini de göz önünde bulundurarak, bu yazı biraz da şiddetin kökenleri üzerine yoğunlaştı. Bu filmin temelde barışa adanan bir film olduğunu da hatırlarsak sanırım bu durum kaçınılmazdı.
“Sevgili Pippa, kaybolduğunu öğrendiğimizde başına gelenleri aslında hepimiz tahmin ediyorduk. Çünkü buralarda kadın olmanın ne anlama geldiğinin farkındaydık. Acı kaybınla, kendi gerçekliğimizle bir kez daha yüzleştik” diyor Bingöl Elmas. Peki nedir bu gerçeklik? Film boyunca kadınların sıfatlarında bu sorunun yanıtı gizlidir. Kadın masumdur, saftır, temizdir, ezilmiştir, Antigone kadar Filistinli direnişçi kadar cesaretlidir, fahişedir, kumadır…Erkek egemen kültürde kadın ötekidir.
Tüm film boyunca bölme (splitting) mekanizmasının örneklerini görürüz.. Siyah-beyaz, Türk-Kürt, bizden olan –yabancı, Müslüman-gayrimüslim, kadın-erkek, evlenilen kadınlar-fahişeler…
Ötekini yok etme ve öldürme, sosyal psikoloji açısından bakarsak bölme ile başlar. Ardından değersizleştirmek ve ahlaki dışlama gelir.
Ruhsal gelişimin erken evrelerinde bebek için nesne yani “öteki”; düşünsel olarak "iyi" ve "kötü" olarak ikiye ayrılmıştır. Bebeğin egosu henüz zayıf olduğu için nesnesinin aynı zamanda "kötü" olduğunu da kabul edemez. Bebek için tek nesne budur, bu nedenle maddi ve manevi varlığını sağlayan nesnenin doğal olarak "kötü" olmasına katlanamaz. Erken oral aşamada birbirinden ayrı iki nesne tasarımı söz konusuyken, geç oral aşamada bebek, annesinin yeterli bakımı sayesinde egosu yeterince güç kazandığında, iki ayrı nesne yerine "iyi" ve "kötü"nün sentezi olan bir nesne tasarımı geliştirir. Erken oral aşamada saplanıp kalan kişiler, diğer ilişkilerinde de insanları "iyi" ve "kötü" olarak sınıflandıracaklardır. Melanie Klein, bebeğin doğuştan getirdiği saldırganlığın kendisine ait olmasına katlanamadığı için yansıtmalı özdeşim denilen bir savunma mekanizması ile "kötü" yönlerini nesnesine yansıttığını/yüklediğini söyler. Böylece kendisi tamamiyle "iyi" kalabilecektir. Bu aşamaya saplanıp kalma, "kötü" bir dünyada yaşamaya ilişkin negatif paranoid sanrıların gelişimine neden olur. Ötekileştirmenin temelinde yatan mekanizma da budur. İyi-kötü, kadın-erkek, Türk-Kürt, bizden olan-yabancı, heteroseksüel-homoseksüel, kadın-erkek gibi bölmeler ötekileştirmenin temelini oluşturur. Ardından da değersizleştirme ve aşağılama gelir. Uygun ebeveyn tutumları ile iyi ve kötü bir arada barındırılabilir. İyinin içinde kötü, kötünün içinde iyi olduğu gerçeğini kavramak ruhsal olgunluğun da göstergesidir. Bu ruhsal olgunluğun en güzel örneğini Pippa’nın annesinde görürüz. Kızının tecavüz edilip öldürüldüğü ülkenin insanlarına teşekkür eder. “Onun ülkenizde bulduğu insanlık için teşekkür ederim” der. Filmimizin yönetmeninde de bunu izleriz. Film boyunca aslında içinde bir endişe ve korku taşımasına rağmen şöyle der:”umudumu yitirmedim, aydınlık yanlarımıza inandım”.
Ancak, “iyi”deki kötü, “kötü”deki iyiyi görebilmek huzursuz edicidir. Ağız tadıyla sevmeye veya nefret etmeye engel olur. Ötekindeki “iyi” ve “kötü” birlikteliği, yani ötekinin hem “iyi”yi hem de “kötü”yü barındırdığının kabulü, “öteki”ndeki “iyi” ye zarar verme kaygısını, “öteki”nin kötü yanına saldırırken iyi yanını da tahrip ederek, “iyi”ye zarar veren olmak, yani kendindeki “iyi”yi, iyiliği de tahrip etmek kaygısını ortaya çıkarır. Bu kaygı, insanların eşduyum yapabilme becerisinin, suçluluk duygusunun ve “öteki”ne verdiği zararı, yaptığı hatayı onarma çabasının kökenidir. M. Klein, bu nedenle “kötü” ile “iyi”yi bütünleştirme sürecine, insanlaşma yolunda geçilen “ölümcül kavşak” adını verir. Bireysel veya toplumsal anlamda bu “kavşak”ın başarıyla geçilmesi, her türlü şiddetin önündeki en önemli engeldir. Ancak bu kavşağı kazasız belasız geçenler, “ben/biz”deki “kötü” ve “o/onlar”daki “iyi”yi görebilirler.
Ötekileştirilen, değersizleştirilen ve yok edilen kadın, aynı zamanda bunun da bir yanıyla mimarıdır. Nasıl mı? “Yeterince iyi bir anne” ruhsal gelişimin olmazsa olmazıdır. Winnicot’un geliştirdiği bu kavramla, fiziksel ve duygusal uyumuyla kendisini bebeğinin çeşitli gelişim aşamalarına uyarlayabilen bir anne tanımlanmaktadır. Böylece olgun nesne ilişkileri kurabilen bir öznenin sağlıklı oluşumu için gerekli en uygun çevre yaratılmış olmaktadır. Winnicot’un 1949’da netleştirdiği yeterince iyi anne kavramı “sıradan özverili anne” ve “yeterince iyi çevre” kavramlarının birleşiminden oluşmaktadır. Bu nokta biraz tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıkar noktasıdır. Annenin iyi bir annelik yapabilmesi için önce kendisinin iyi olması gerekmektedir. Aile içi şiddetin istatistiksel verilerine baktığımız zaman bölgelere göre değişen %30-60 arasında bir oran görürüz. Bu oranlar sadece fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalmış kadınların oranıdır. Bir de ekonomik, psikolojik şiddeti ekleyelim. 70 yaşında bile olsan, karşıdan bir erkek geldiğinde yolunu değiştirmek zorunda olduğun bir yerde kadın olarak yaşamak zorunda olmak sanırım içinde her türlü şiddeti barındıran bir var oluş biçimidir.
Filmde bir çok yerde “öteki/yabancı” isen başına çok daha fazla kötü şey gelebilir inanışını görürüz. Yabancı bir kadın olmanın tecavüz riskini arttırdığı, sıra dışı giyinmenin insanı tacizlere açık hale getirdiği, yabancı olmanın “anarşik” olmakla eş anlamlı tutulduğu film boyunca gördüğümüz inanışlardır. Film ekibi yalnızca yabancı olduğu için polis gelip sorular sorabilmektedir. Hele ki sunucu küçük Hüseyin’in söyledikleri durumun çok güzel bir özetidir: Ergenekon ve Susurlukla başlıyor ve devam ediyor: “ Türk olmadığı için sorun yok ama Müslüman bir ülkeye yakışmıyor. Sana yapamazlar, siyah kirlenmez, beyaz kirlenir.” Küçük kızın “Kürtler siyah giyer” deyişi, erkek çocuklarının televizyon kanallarından bahsedişi ve verdiği “demeç”, medyanın, süperego oluşumuna etkisinin çok güzel örnekleridir.
Bu noktada süperego oluşumuna biraz bakalım. Süperego/üstbenlik ahlak, din, yasa, kurallar gibi kavramlar bütünüdür. Daha ilk otostopta cinsel tacize karşı uyarılır Bingöl Elmas ve şoför şöyle devam eder. “Allah korkusu yok, vicdan yok”. Ve bu durumu şöyle açıklar: “yanlış göre göre oluyor. Ekonomi bozuk, psikolojisi bozuluyor, ne yaptığını bilmiyor”
Freud, temel insan motivasyonunun yaşam ve ölüm güdüsü yoluyla oluştuğu sonucuna varmıştı. Bu sonuca hastalarıyla oluşan deneyim ve psikanalitik teoriyi sosyokültürel olguların incelenmesine uygulayarak ulaştı. Yalnız psikopatolojinin bir bölümü olarak değil, bütün insanlarda ve aynı zamanda genelde kitle hareketlerinde ve kitle psikolojisinde etkin hale getirilmek üzere bir potansiyel olarak yıkıcı eğilimler olduğunu söyledi. Sosyal şiddetin yaygınlığı Freud’u ne yazık ki destekledi.
Psikanalitik nesne ilişkileri kuramı, sevgi ve nefretin yani libido ve ölüm dürtüsünün kaynağını açıklar. Bu kuram bebeğin anne ile erken dönem ilişkilerini irdeler. Süperego oluşumunun erken evrelerini anlayabilmek için tekrar Melanie Klein’e dönmemiz gerekir. M. Klein, ideal nesne temsilleriyle etkileşen birçok kendilik temsilini içeren bilinçdışı bir dünyanın, onların ”kötü” nesneleriyle etkileşen birçok ”kötü” kendilik temsilinden keskin bir şekilde bölündüğünü ileri sürdü. Bu genel içsel durumlar, Melanie Klein’in paranoid-şizoid konum olarak adlandırdığı şekilde tanımlanır.
Hayatın ilk yılı boyunca, çoğunlukla sevecen, zevkli ve sevgi ilişkileriyle devam eden bilişsel gelişmenin etkisi altındaki bu bölmenin üstesinden gelmek, kendiliğin ve onun nesnelerinin idealleştirilen ve cezalandırıcı olan yönlerini bütünleşmeye, yani dışsal gerçekliğin kendini yansıtma ve gerçekçi algısı için bilişsel güç tarafından anlamlı bir şekilde güçlenen ve güçlendirilen bir bütünleşmeye sevkeder. Bu içsel bütünleşme M. Klein’in depresif konum olarak bahsettiği şeydir.
Depresif konum, bebeğe, annenin zevk veren ve düş kırıklığı yaratan aynı kişi olduğunu fark etmesiyle birlikte, ebeveynin istek ve yasaklarının işareti olan tavırlarını içselleştirme izni verir. Gerçekleşmekte olan engellenmenin kabulü, oluşmaya başlayan erken süper-ego nedeniyle sevgi ve güvenlik için ödenen bir bedeldir. Ağır travmatizasyon ile sadistik ve cezalandırıcı ebeveyn istekleri durumunda, sadistik mükemmellik isteği ile birlikte patolojik bir süperego oluşabilir. Dayanılmaz, aşırı derecede sadistik ilkel bir süperegonun çoğunlukla tekrar ortama yansıtılması, süperego işlevlerinin yetersizliğine veya yokluğuna, paranoid kuşkuculuk ve aşırı duyarlılığa ve saldırganlığın serbestçe dışa vurulmasına yol açabilir. Buna karşılık, uygun durumlar altında suç ve kaygının karmaşık etkilerinin yatıştırılması yoluyla, saldırgan tepkilerle birlikte süperego, içselleştirilmiş ahlaki ve moral değerlerin bir organizasyonu yönünde gelişir. Ruhsal gelişimin bu erken evresinde hem dindarlığın kökenleri ve hem de nefret, yıkıcılık ve öz-yıkıcılık eğilimlerinin temelleri atılmaktadır.
Şiddetle engellendiğinde bebeğin ve çocuğun hayatına öfke içeren etkileşimler egemen olur, içselleştirilmiş nesne ilişkilerinin karşılığı olan bireysel eğilimini, düşman olarak algılananlara karşı öfke içeren yıkıcılık şeklinde sabitlemeye yönelir. Aksine, idealleştirilmiş ve cezalandırıcı kendilik ve nesne temsilleri arasındaki bütünleşme başarılı olduğunda, ebeveyn figürlerine yönelik ilişkinin derinleştirilmiş bir karşılığıyla birlikte, kendi ve diğerlerinin hem iyi ve hem de kötü yönleri için bir hoşgörü, daha akılcı bir kendini değerlendirme ve kişinin kendi saldırganlığı dışındaki kaygı ve suçluluk için bir yetenek gelişir.
Süperego yapısının en ayrıntılı teorisini geliştiren E. Jacobson, süperegonun ardarda gelen katmanlarını en ilkel, olumsuz, olağanüstü bir şekilde yasaklayan ve cezalandıran bir katmandan, idealleştirilmiş ebeveyn imgelerinin emirlerini yansıtan daha sonraki idealleştirilmiş katmana, oradan da ilk iki katmanın birleştiği ve bu nedenle içselleştirilmiş ilkel moralitenin aşırı doğasının azaltıldığı ödipal dönemin daha gerçekçi süperegosuna doğru tanımlamıştır. Bu gelişmeler çocukluk süresince çocuğa, derin bilinçdışı düzeylerden bilinç-öncesi ve bilinçli moral davranış kurallarına uzanan bireysel ahlaki değer sistemlerini bütünleştirip, sonunda kişisellikten arındırma, soyutlama ve olgun süperegonun bireyleşmesi süreçlerine yönelten daha gerçekçi emir ve yasakların içselleştirilmesi fırsatını sunar.
Moscovici, Freud’un kitle psikolojisi analizini genişleterek, basılı söz, gazete, radyo ve TV’nin geniş kitleler için bilgiye eş zamanlı ulaşım sağlayarak, gerileyici potansiyellerle birlikte nasıl bir kitle psikolojisi yarattığını ortaya koymuştur. Kernberg de bu sürecin elektronik iletişimin gelişmesiyle devam ettiğini belirterek şöyle der:”bireyselleştirilmiş, özerk bir tarzda bilgiyi alma ve sindirme tarzı olarak, televizyon seyrederken otomatik olarak okuduğumuzda olabileceğinden daha fazla narsisistik ve/veya paranoid bir tarzda tepki gösterme eğiliminde oluruz. Bu nedenle, modern toplumun gerileyici özellikleri, çağdaş medyanın gelişmesiyle sağlanan artan bilgi paylaşımı ve eğitim fırsatına güçlü bir karşılık olarak ortaya çıkar. Medya ve kitle psikolojisi, sosyal olarak egemen ideoloji sistemlerini narsisistik bir yüzeysellik veya paranoid bir bileyişle besleyerek, gerileyici doğrultularda sosyal yapının anlamı ve tarihine ilişkin sosyal olarak kabul edilmiş fikirler sistemini harekete geçirmeye yönelir.”
Film boyunca süperegonun önemli bir parçası olan dine vurgu yapıldığına da tanık oluruz. Olgun dindarlık, bireyin ilgisini aşan bütünleşmiş bir değer sistemini içerir ve bütün insanları ilgilendiren evrensel geçerliliğe sahiptir. Kapsamlı ve ahenkli bir sistemdir, asli ilkeleri sevgi, başkalarına ve kendine saygıdır. Evrensel bir adalet duygusuyla birleştirilmiş anlayış, şefkat, uzlaşma, bağışlama içerir. Cinayet ve ensesti yasaklar, cinsel ilişkiler için kurallar koyar. Böyle olgun bir dindarlık hoşgörüyü, ümidi, kötülüğü inkar etmeksizin iyiliğe inanmayı ve insanlığın ortak idealinin karşılığı olan daha yüksek ahlaki bir aşamaya yönelik bir sorumluluk duygusunu da içerir. İyinin yaratılmasına bir katkı olarak iş ve yaratıcılığa yatırım yapmayı ve yıkıcılığa karşı mücadele etmeyi de öğütler.
Bireydeki kötülüğün belirtilerine doğrudan zıt olan bu özellikler, gerileyici bir güruhta, baştan çıkarmanın dayanılmazlığına, ayrıca bu güruhun tüm insanlığı iyi ve kötü şeklinde ikiye ayıran paranoid-şizoid ideolojisine, kendine yönelik idealleştirme ve düşmanı insan dışılaştırmasına, akla uygun hale getirilmiş zulüm ve yıkıcılığına ve bir liderin otokratik ahlak kurallarına kör bağlılığına karşı güçlü bir karşı akım olarak da etki edebilir.
Sağlıklı bir vicdanın oluşması için şefkat, paylaşımcılık, elseverlik, başkalarının kimliğine ve öznelliğine saygı ve hoşgörü gerekmektedir. Konukseverlik, farklı din ve ırktan insanlarla bir arada dostça yaşama, imece, yardımseverlik gibi toplumsal değerleri yitirmek, aynı zamanda yeni kuşaklardaki benmerkezciliğin ve artan şiddet eğilimlerinin yapı taşıdır. Çağımız narsizm çağıdır. Yani; “istiyorum hemen şimdi, ben doğuştan hak ediyorum ve hiçbir şekilde reddedilmeye tahammülüm yok, bedel ödemem, alınırım, incinirim, incitir ve yok ederim” çağı.
Film boyunca en işlevsel süperogo ögesi bir yanıyla da kameradır. Kamera film ekibi için koruyucu, kollayıcı bir işlev görür. Kamerayı görenlerde ise bir kendilerine çekidüzen verme gereksinimi uyandırır ve engelleyici bir işlevi vardır. Tır şoförü şöyle der:”Kameradan korkuyorum, polis midir, televizyoncu mudur, gazeteci midir”. Bu cümle aynı zamanda medyanın neredeyse polis kadar süperego işlevi gördüğünün de adeta kanıtıdır.
Güvenme gereksinimi ve umudu tüm film boyunca bize eşlik eder. Her türlü ilişkinin en temel, biricik, olmazsa olmaz yapı taşı temel güven duygusudur. Erikson’un yaşam evrelerine göre yaşamın ilk evresi temel güven duygusunun gelişimidir. Bu dönemde bebeğin hem kendine hem çevresine güveni gelişir. Temel güven duygusunun oluşumu için aynılık, süreklilik ve gereksinimlerin uygun şekilde karşılanması önem taşır. Güven duygusunun olmadığı yerde kaos başlar. Filmin başında, Gebze’de, yani en tehlikeli bölgede ekip birbirine ulaşamayınca yaşanan kaos bunun örneğidir. Ama ekibin kendilerini daha güvende hissettikleri yerlerde de adeta bir şenlik havası izlenmektedir.
Ve sınır kapısı. Pippa’yı ve kadınlığı da sembolize eden şal, sınır ötesine uğurlanır. Kulaklarımızda şu ezgiyle:
“Beni unutma
O kadar da uzak değiliz
Toprak altında yürüken gülüm sen
Ayağının altından taşlar yuvarlanır
Ve o taşların sesi duyulur
O ses bana selamını getirecektir
Yeter ki sen o sese kulak ver
Gülüm ah gülüm
Gününü güneş sürüklesin”
“Barış ve güvenin varlığına inanmak istiyorum” diye yola çıkan insanların öyküsüdür bu film. Ve umut için yola çıkan insanların varlığı umudu sıcak tutar.
Nur Engindeniz