• Anasayfa
  • Özgeçmiş
  • Rahatsızlıklar
  • Cinsel İşlev Bozuklukları
  • Eşcinsellik
  • Psikoterapiler
  • Psikanaliz ve Sinema
  • Yazdıklarım & Sunduklarım
  • Bağlantılar
  • İletişim
Deprem

Toprak Anadan Devlet Babaya Deprem

 

Dr.Nur Engindeniz

 

(16. TPD Yıllık Toplantısı ve Klinik Eğitim Sempozyumu Konuşması, Nisan 2012)

 

Bilindiği üzere toprak dişil, devlet ise eril bir sözcüktür. Cinsiyet eki (artikel) kullanılan dillerde de (Almanca, Fransızca, İtalyanca gibi), bu sözcükler dişil ve eril ön ekleriyle kullanılır. Toprak annedir, devlet ise baba. Bu kapsam çerçevesinde bireyin anne ve baba ile kurduğu ilişkiden, toprak ve devlet ile kurduğu ilişkiye bakmaya çalışacağım. Ardından da deprem gibi büyük bir travmatik yaşantının bu ilişki biçimlerinde ne gibi etkileri olabileceğini irdeleyeceğim. 

 

Öncelikle çeşitli annelik tanımlarına bakalım. “Arkaik anne”, “yeterince iyi anne”, “simgesel düzeyde annelik” nedir, bunları bir gözden geçirelim.

 

Başlangıçta Khaos ve Gaia vardı. Çok geniş anlamıyla , herşey Kaos ve Gaia'nın(yeryüzü) bağrından -rahminden- çıkmıştır, insanlık matri-centeral "çocukluk" evresinden, "babanın adı" ve "annenin adı" kavramlarıyla yüzleşerek, benlik algısını geliştirerek çıkmıştır ve bu; büyümek için, "ben" ve öteki" ayrımıyla "kendilik" kavramını oluşturmak için zorunludur; aksi durum psikotik, ketlenmiş bir ilksel evreden çıkamamaktır. 

 

Her türlü ilişkinin en temel, biricik, olmazsa olmaz yapı taşı güven duygusudur. Erikson’un yaşam evrelerine göre yaşamın ilk evresi temel güven duygusunun gelişimidir. Bu dönemde bebeğin hem kendine hem çevresine güveni gelişir. Temel güven duygusunun oluşumu için aynılık, süreklilik ve gereksinimlerin uygun şekilde karşılanması önem taşır. Güven duygusunun olmadığı yerde kaos başlar. Temel güven duygusunun oluşması için “yeterince iyi bir annenin” anneliği gerekmektedir. Winnicot’un katkısı olan yeterince iyi annelik ve annesel çevre aracılığıyla çocuk güven duygusu içinde büyür.

 

Melani Klein'ın kuramının önemli kavramlarından biri olan arkaik anne ise, skizo-paranoid dönemdeki yeni doğanın ilk ay düşlemlerinde yer alan anneyi tanımlar. Arkaik anne tüm güçlü ve falliktir. Hem doyurur, hem ketler. Oedipus karmaşasının erken dönemlerinin ana kahramanı olan arkaik anne,  besleyen iyi meme ve düşman olan kötü meme olarak bölünmüş bir kısmi nesne olan memesi ile çocuğun libidinal ve sadistik çifte değerli oral dürtülerinin hedefi olur. Arkaik anne kavramı aynı zamanda  birçok eski topluluğun mitolojisinde var olan doğurgan ve vahşi Toprak Ana imgesinin de bir devamıdır.

 

Toplumsal ve kültürel yaşamda ise, simgesel düzeyde annelikler de söz konusu olabilir. APHB kurumsal anlamda bu anneliklerin güzel bir örneğiydi bence Van'da. En azından uzun süre sürekliliği sağlayabildi. APHB konteynırı çadırkent yaşayanlarının her türlü gereksinimi için başvurabilecekleri bir yer oldu. Deprem gibi katastrofik bir olay insanda arkaik kaygıların ortaya çıkmasına ve regresyona yol açar. Bu kaygıların yatıştırılmasının en iyi yolu da sakin, yatıştırıcı, sürekli bir anne modelidir. Simgesel düzeyde annelik için 2 örnek vermek istiyorum:

 

1.Kızılay:

Koşullar nedeniyle nadir de olsa bazen birbirimizin görüşmelerine eşlik etmek zorunda kalıyorduk. Sevgili Mehmet Çolak’ın görüşmesini yaptığı 7 yaşında bir kız çocuğu, Zeynep. Bir akrabası tarafından görüşmeye getirilmişti. Aşırı derece korktuğu ve Kızılay amblemi olmayan hiçbir binaya giremediği belirtiliyordu. Bir süre İstanbul’daki akrabalarının yanına götürülmüştü, Orada bile odasının kapısına Kızılay amblemi yapıştırılmış, ancak bundan sonra binaya ve odaya girebilmişti.

 

Bizim de çalıştığımız dönemde, aksaklıklara rağmen ,  Kızılay’ın bölgede olmasının yatıştırıcı ve güven sağlayıcı bir yanı olduğunu gözledik.

 

2.   APHB ve diğer STK’lar

STK’lar halkta belirgin olarak güvenilen kurumlar olarak işlev gördü. Hepsine değinmeye ne bilgim ne de zamanım yeter. O nedenle sadece APHB örneğinden yola çıkacağım. APHB konteynırının önü sürekli, gece gündüz çocuklarla doluydu. Örneğin bir akşam 20.30’da (ki orası için çok geç bir saat), konteynırımızın kapısı çalındı, yaşları 3-4 olan 3 kız çocuğu, ellerinde çantaları “biz okula geldik” dedi. Zifiri karanlıkta, çadırlarından çıkıp, annelerini de atlatıp çıkıp gelmişlerdi. APHB, özellikle çocukların adeta sığınağıydı.

 

APHB içinde de Feyza Hanım’a değinmeden geçemeyeceğim. Kendisi Van’ın sembolik annelerindendir. İlk günden itibaren Van’a giden tüm psikiyatristleri her gün aradığını biliyorum. Yemek yeyip yemediğimizden, üşüyüp üşümediğimize, uykumuza kadar sordu. Bu annelik değil de nedir? Peki oraya gönüllü giden koca koca psikiyatristlerin buna gereksinimi var mıydı? İnanın ki iyi geliyordu. 

 

Bizde durum böyleyken gelelim orada yaşayan halka. Toprak ana ile ilişkisi ambivalan duygular içeren yöre halkı. Van coğrafi özellikleri nedeniyle zorlu bir bölge. Van Gölü civarı ve vâdiler zengin bitki örtüsüyle kaplıysa da, dağlar genel olarak ağaçsızdır. İl toprakları bir bozkır manzarası sergiler. % 70’i çayır ve mer’alarla, % 23’ü ekili ve dikili alanlarla ve % 2’si orman ve fundalıklarla kaplıdır.  Van’ın geçim kaynakları nedir diye araştırdığımda karşıma 4 şey çıktı. Hayvancılık, tarım, uyuşturucu ticareti ve terör. Bu konuyu başka bir sunumda tartışmak üzere sadece sizin çağrışımlarınıza bırakıyorum

 

Yaşamımım ilk dört yılı Van'ın Özalp ilçesinde geçti. Çocukluğuma dair anılar ve anlatılanlar, hep yokluk, yoksunluk, soğuk, yolların aylarca kapalı olması, bu nedenle sağlık sorunlarından kaybedilen arkadaşlar, kaçakçılık, tüm bu zorlukların içinde gelişen ve bugüne kadar gelen dostluklar ve dayanışma öyküleriyle bezeli. Sütü bol bir anne değil yani Van. Ama halkının tutkuyla bağlı olduğu bir toprak.

 

Deprem, yani ayağımızın altındaki sağlam toprağın sarsılıp evimizin başımıza yıkılması. Doğurgan, besleyici annenin saldırgan, yıkıcı sadistik anneye dönüşmesi. Böylesi bir yaşantı ilk anda arkaik tüm kaygıları elbette harekete geçirecektir. Tam da bu nedenle ilk anlardan itibaren düzenli ruhsal desteğin verilmesi büyük önem taşımaktadır. Temel gereksinimler karşılanmadan ruhsal destek verilemeyeceğine dair bir kanı gözlemledik. Oysaki benim inancım, başvuru olmasa bile, destek alınabilecek bir “simgesel anne” olduğunun bilinmesinin bile çok rahatlatıcı olduğu yönünde. (Anksiyete bozukluğu olan hastalara telefon numarası vermenin bile işe yaraması gibi)

 

Biraz da baba ve devlet babaya bakalım.

 

Freud(1930), çocukların "babanın koruyuculuğuna gereksinim duymasından daha güçlü bir gereksinim olabileceğini tasarlayamadığını" söyler. Freud bu görüşünü 1930 yılında öne sürmesine karşın psikanalitik gelişim kuramında, bu tarihi izleyen 20 yıl boyunca çocuk gelişiminde babanın rolü, taşıdığı önem oranında değerlendirilmemiş, yeterince üstünde durulmamıştır. Ancak 1951'de Loewald her iki cinsiyettten çocuklar için anneye yeniden yakınlaşma döneminde anneden gelen yutuculuk tehlikesine, babanın karşı koyan bir güç olarak önemini vurgulamıştır. Mahler ve Gossliner (1955) benlik ve üstbenlik öncüllerinin gelişiminde babanın rolüne işaret etmiştir.

 

Babanın rolü, benlik ve üstbenliğin gelişimine derin bir etki yapmaktadır. Bu etkiler; anneden çözülerek ayrılma süreçlerinde, konuşmanın örgütlenmesinde, saldırganlıkların değişiminde, özsevisel ve kuşaklar arası sınırların konmasında, yaşlılara saygı ve onları ülküleştirme yetilerinin kazanımında, zaman akışının ve zaman düzenlenmesinin kavranmasında çok yardımcı olurlar.

 

Günümüzde babanın simgesel otoritesinin zayıfladığından, hatta öldüğünden bahsetmek neredeyse bir zorunluluk haline gelmiştir. Peki ölen bu baba hangisidir? Sınırsız bir haz deneyimlememizi yasaklayan baba mıdır bu sözü edilen veya ölümüyle bu yasanın maddileşmesini sağlayan baba mıdır?  Anneye bir gerileme özgürleştirici olmamasının ötesinde babasal yasanın dağılıp gitmesiyle birlikte bütün öznel dayanak noktalarımızı da dağıtabilir: kendimizi bir anda pre-psikotik bir evrende bulabiliriz

 

Babanın müdahalesi aracılığıyla çocuk zamanından önce, bolluk içindeki bebeksi imgesel dünyasından eksikliğin simgesel evrenine düşer. Oidipus kompleksi işte bu imgeselden simgesele geçişi göstermektedir. Veya başka bir deyişle Freud’un Totem ve Tabu (1913) ve Uygarlığın Huzursuzluğu (1930)’nda kuramsallaştırdığı gibi doğadan kültüre geçişi imlemektedir. Freud’a göre, Oidipus kompleksi uygarlığın, dinin, ahlakın ve sanatın kökenlerini işaret etmektedir. Simgesel düzen ve gösterme süreci, Lacan’a göre ise, ‘fallik’tir ve paternal metafor ve paternal yasanın dayatılmasıyla inşa edilir. Baba, sosyo-simgesel yasanın cisimleşmesi olarak görülür ve paternal metafor işlevi anne ile babanın yasası için arzudaki yer değiştirmedir. Bu aynı zamanda bilinçdışının kurucu anıdır ve fallusun bilinçdışının merkezi göstereni olarak kaydedildiği andır. Paternal metaforun içselleştirilmesi başka bir şeyi daha yaratır: Süperego yani üstbenlik. Sağlıklı bir üstbenlik oluşumu için babanın varlığı gerekmektedir. Babanın olmadığı bir ortamda daha önce de vurguladığım gibi preödipalin kaosuna sürüklenilir.

 

Gelelim afetlerde birey-devlet baba ilişkisine:

“Afetler, modern siyasal sistemlerin cevap vermesi gereken 'dışsal darbelerdir', dolayısıyla da ilk şoktan birkaç dakika sonra, siyasal bir olay haline gelmeye başlamaları şaşırtıcı değildir. Etkilenen topluluk ya da bazen bütün bir toplum, ilk tepki evresinden çıkıp normale dönüş ve yeniden inşa evrelerine girerken de olayın siyasallaştırılması artarak devam eder.” (Olson, 2000:266) Felaket, toplumun bütününü sınarken, toplumsal aktörler de bakışlarını siyasal sisteme çevirirler. Modern bir toplum, afetlerdeki incinebilirliğin  (vulnerability) sorumlularını öncelikle -kendisini doğanın keyfiyetine karşı korumakla görevli saydığı- siyasi ve idari seçkinler arasında arar. Böylelikle olay onu bu biçimde gören aktörler için siyasal aktörleri eleştirmek, yargılamak ve hatta onlardan taleplerde bulunmak için bir fırsata dönüşür. Afet adeta yeniden yorumlanır, kurgulanır ve sınırlı bir zaman diliminde bir insan kümesine etki eden doğal bir olay olmaktan çıkarak bir “şeffaflık anına” dönüşür. Lagadec'in belirttiği gibi “acil durum zihinleri işgal ettikçe, kriz yeni bir cephe açar: Geçmişte kaldığı düşünülen yetersizlikler ve ayrılıkların tekrar yüzeye çıkmasına neden olur. […] karar vericiler açısından,  bu [eskiden beri süregelen] çetrefilli sorunları tartışmanın zamanı değildir ancak diğer taraflar, özellikle kurbanlar ve gazeteciler için, bu an tam da tartışmaların yeniden başlatılabileceği hatta başlatılması gereken andır.” (Lagadec, 1993:36)

1999'a kadar büyük depremlerin basındaki sunuluşunu çözümlerken, tekrarlanan unsurlardan oluşan bir “kalıp” görürüz. Bu kalıba göre: “Bir deprem, ülkenin 'çevre' bölgelerinden birini vurur, bölgeye deprem sonrası müdahale (sadece) kamu kurumları tarafından gerçekleştirilir. Bu kurumların afet hazırlığının yetersiz olması (eğitim, bilgi, donanım), genellikle geç ve örgütsüz müdahaleleri eleştirilere neden olsa da yine de bir  ataerkil devlet figürü kendini gösterir. Bu 'devlet baba', 'çocuklarını'(yurttaşlar) giydirir, besler, zararlarını karşılamaya girişir, konut, işyeri inşa eder. Kendi denetiminde bulunan kitle iletişim araçlarından yararlanarak, 'afetin üstesinden gelindiğini' duyurur (olayın bitişini ilan eder) toplumu rahatlatır.”

 

Bahsi geçen devletin, 'her şeye kadir' (omnipotent) bir imgesi vardır, önünde sonunda afetler de bu imgeyi güçlendiren olaylar olarak rol oynar.

 

Açıklamaya çalıştığım bu “geleneksel afet şemasının” geçerliliğini 1995 Dinar ve 1998 Adana-Ceyhan Depremi'nden sonra yitirmeye başladığını, bu depremlerden sonra basında yer alan eleştirilere dayanarak söyleyebiliriz. Ancak 1999'da ulusal çapta yayın yapan özel televizyon kanallarının, kamu kurumları ve hükümetin afet karşısındaki hazırlıksızlığını, olanaklarının yetersizliğini, müdahalelerindeki gecikme-leri “canlı” olarak topluma aktarmaları, “her şeye gücü yeten” devlet imgesini çok ciddi biçimde sarsmış ve  bu şemayı da belki de geri dönüşsüz olarak ortadan kaldırmıştır. 

 

Genel olarak değerlendirdiğimizde köşe yazarları bize “paternalist, kamusal alana hâkim, zaman zaman hak ve özgürlükleri kısıtlayabilen, toplumsal kontrol araçlarının tersine hizmet araçları etkin olmayan” bir devlet resmi çizmektedirler.

 

Son olarak, kardeşlik, toplumsal dayanışma kavramlarına da biraz değinmek istiyorum.

 

Özellikle büyük çaplı afetler, insan topluluklarında bir özgecilik (altruizm) dalgası yaratır ve bireyleri geçici bir süre için dahi olsa, bu “dış tehdide” karşı birlik olmaya teşvik eder. Bireysel ya da grup olarak, örgütlü veya örgütsüz biçimde yardım malzemesi getirmek, dağıtmak; sıcak yemek, barınak sağlamak, kurtarma ve enkaz kaldırma çalışmalarında bulunmak vb. görevleri gönüllü olarak üstlenen gönüllülerin oluşturduğu bu hareket, 1999 Marmara depreminde, Cumhuriyet tarihinde bir ilk olmuştur. Van depreminde de benzer bir çabayı gördük. Etkinlikleri tartışılır olsa da (Akgüngör, 2007:66-67) Türkiye bağlamında yurttaşların yalnızca bağış kampanyalarına katkıda bulunmakla yetinmeyerek zaman ve emek harcayarak “depremzedelere” doğrudan ulaşmaya çalışmalarının özel bir durum olduğunu kabul etmek gerekir. Bu çabaların bir yardım eylemi niteliği taşıdığı kadar afet sonrası yönetimde, kurtarma ve yardımı örgütlemede  başarısız olan siyasi ve idari sorumlulara karşı bir protesto niteliği de taşıdığını kabul etmek gerekir.

 

Bir afetin toplumsal yankıları, her zaman afetin yol açtığı can kaybı ve zararla orantılı değildir. Felaketin toplumsal gündemde ne kadar yer bulacağı ve ne kadar süreyle gündemde kalacağı da o anki koşullara bağlıdır.

 

Couch ve Kroll-Smith afetlerin insanı iki düzlemde etkilediğini belirtmektedirler: “insan-çevre ilişkisinde meydana getirdikleri kopuşla ve insanın bu kopuşu algılama biçimiyle”.(Couch ve Kroll-Smith, 1991:361). Birey yaşadığı felaketin öznel versiyonunu zihnine kazır. Bu versiyon zaman geçtikçe yeni yaşantı ve etkileşimlerle değişikliğe uğrayabilir, kişi o anki tercih ve gereksinimlerine bağlı olarak felaketi farklı biçimlerde anımsayabilir, ona farklı anlamlar ve işlevler yükleyebilir

 

Erişkinlerdeki ruhsal travmalar, beynin duygularla ilgili bölümlerinin en alt düzeylerini, yani çocuklukta etkin olan ve çocuksu coşku dışında olumsuz duyguları (huzursuzluk, utanç ve değersizlik, korku, kaygı ve güvensizlik, öfke, umutsuzluk, çaresizlik) etkinleştiren bölümleri uyarır ve bilişsel süreçlerde belirgin bir dağınıklık yaratır. Bu sürece eşlik eden bedensel belirtiler de dağılmayı arttırır. Zihnin yeniden örgütlenebilme süresi çeşitli etmenlerce belirlenir. Çocukluk çağı travmalarının ve travma sonrası dönemlerin yaşantılanış biçimi, ailede ve sosyal ilişki ağında travmanın aşılmasına etkin destek veren kişilerin varlığı, bireyin kişilik yapısı ve savunma düzeneklerinin düzeyi, baş etme becerileri ve yardım arama davranışının gelişmişliği, içgörü kapasitesi, benlik gücü vb. ögeler travmayla baş etmede rol oynarlar. Travmayı aşmak, “her şeye rağmen” yaşamsal ögelerle olan ilişkiyi sürdürme becerisini, inadına yaşamayı, geleceğe inancı, yani umudu canlı tutabilmeyi gerektirir.

 

Kaynaklar

AKGÜNGÖR, Çağlar, "Toplumbilim Perspektifinden Afete Bakmak" [Reconsidering 
Disaster from Social Sciences Perspective], EUL Journal of Social Sciences, 
Vol 1, No 1 (December 2010), pp. 4-24.

 

Akhtar Salman, Göç ve Kimlik, çev: Alkan M, Uyanık S, Köşkdere A, Odağ Psikanaliz ve Psikoterapi Eğitim Hizmetleri, Org.Ltd.Şti. Yayınları, no:13, s:42-45, İzmir, 2010

http://www.psiko-alan.com/makaleler/551-ozgur-ogutcen-freud-ruya-olarak-oidipus-kompleksi)

Eğrilmez Ayhan, Psikeart, sayı 20, S:11,İstanbul,2012

Parman Talat, Psikanaliz Yazıları No:14, s:16