İnsanoğlunun, doğumun hemen ardından ilk tanıştığı nesne memedir. Doğar doğmaz dünyanın en güzel çıkıntısı, en lezzetli besin kaynağı bebeğe uzatılır. Meme ve bu memenin sahibi anne ile kurulan ilişki kişiliğin en temel yapı taşlarını oluşturur.
Her bebek bir şekilde meme ile ilişki içindedir. Kimi anneler bebeğini hiç emzirmez/emziremezken kimileri 8-9 yaşına kadar emzirir. Bebeğin meme ile kurduğu ilişki onun ilerideki yaşamında da belirleyicidir. Yaşamın bu ilk evresine “oral dönem” diyoruz. Oral dönem içerisinde yeterince beslenemeyen ya da aşırı beslenen bebeklerde ileride “oral retentive” (oral takıntılar) gözlenmektedir. Örneğin sigara ve alkol alışkanlığı/bağımlılığı, yeme bozuklukları, gevezelik gibi…
Bilindiği gibi psikanalitik kuramın kurucusu Freud’dur. Freud “cinsel” derken yalnız eşeysel organların birleşme ve üreme amacına yönelik duygu ve eylemlerini içeren dar bir kavrama bağlı kalmamıştır. Freud, cinsel terimini haz veren herhangi bir nesne ya da uyarana organizmanın yönelişi anlamında kullanmıştır. Bu anlamda sevilen, haz veren, doyum sağlayan her nesnenin cinsel niteliği vardır. Örneğin çocuğun emerek karnını doyurduğu meme, hem çocuk hem yetişkinler için haz kaynağıdır ve bu nedenle Freud’a göre cinsel bir organdır. Freud çağına dek, çocuğun haz veren nesnelerine karşı yönelişi, bağlanışı cinsel bir olay olarak görülmez ve cinsel davranışların ancak ergenlik çağında başladığı sanılırdı.
Ama psikanalitik kuramda memenin önemini asıl vurgulayanlar Nesne İlişkisi Kuramcıları olmuştur. Bütün çalışmalarında, çocuğun ilk nesne ilişkisine –annenin memesi ve annesiyle ilişkisine– büyük önem veren Melanie Klein’ın vardığı sonuç şuydu: Eğer bu içe yansıtılan ilksel nesne (yani meme) ben'de yeterince güvenli bir biçimde kök salabilirse, olumlu bir gelişimin temelleri de atılmış olur. Bu bağın kuruluşuna doğuştan gelen etkenler de katkıda bulunur. Oral itkilerin egemen olduğu bir durumda, meme de, içgüdüsel bir biçimde, besin kaynağı ve dolayısıyla daha derin bir anlamda yaşamın kaynağı olarak algılanır. Eğer her şey yolunda giderse, doyurucu memeyle bu zihinsel ve fiziksel yakınlık, yitirilmiş olan o doğum öncesi anne-bebek birliğini ve buna eşlik eden güven duygusunu bir ölçüde yeniden kurar. Doğum öncesi durumda çocuğun annenin bir parçası olması, ona bütün ihtiyaç duyduklarını ve arzuladıklarını verebilecek kendi dışında bir şeyin bulunduğu yolunda bünyesel bir duygu da yaratmış olabilir çocukta. Böylece iyi meme içe yansıtılır ve benin bir parçası olur; başlangıçta annenin içinde olan çocuk şimdi anneyi kendi içinde taşımaktadır .
Melanie Klein açısından memeyle kurulan ilk ilişkide dışsal etkenlerin çok önemli rolü vardır. Ona göre, eğer doğum zor geçmişse ve özellikle oksijen yetersizliği gibi sorunlar yaşanırsa, çocuğun dış dünyaya uyarlanma sürecinde bir sarsıntı olur ve memeyle ilk ilişki elverişsiz koşullarda başlar. Çocuğun memeyle ilk ilişkisine bir hüsran ve doyumsuzluk öğesinin karışması kaçınılmazdır bu süreçte, çünkü mutlu bir beslenme bile doğum öncesi anne-çocuk birliğinin yerini tutmamaktadır.
Yaşamın ilk evresi insanın kendisine ve çevresine olan güveninin geliştiği “temel güven” evresidir. Ayrıca kendimize verdiğimiz değer de bu evrede gelişmeye başlar. Bebeğin meme ve bu memenin sahibi ile kurduğu ilişki, bir binanın temeli gibidir. Eğer temel sağlam olmazsa bina sağlıklı bir şekilde yapılamaz ve “depremlerde” kolayca yıkılır.
Kadın ya da erkek, tüm bireylerin gelişiminde önemli bir yeri olan memenin erişkin bir kadın için ise önemi çok farklıdır. Kadınlar memenin yaşam verme ve yaşam almaya işaret eden yönlerinin her ikisine birden göğüs germe yükümlülüğü altındadır. Bir yandan memeler genç kızlıktan kadınlığa geçişe, cinsel hazza ve emzirmeye işaret eder, öte yandan gittikçe artan oranlarda kanser ve ölümle ilişkilendirilir. Kadınlar için meme Eros ve Thanatos (yaşam ve ölüm) arasındaki gerilimin vücut bulmuş şeklidir.
Meme kanseri, kadınlarda en sık görülen kanser olmasının yanısıra, dişiliği ve cinselliği sembolize eden organa karşı tehdit oluşturmasından dolayı, bu güne kadar kanserler arasında ruhsal ve psikososyal yönleri açısından en çok araştırılan kanser türüdür.
Meme kanserli hastalarla 1970’li yıllardan sonra çok sayıda psikiyatrik çalışma yapılmıştır. Kanserli hastanın ruhsal yönden etkilenişi hastanın benlik gücü, kişilik yapısı, kanserli organa verdiği değer, aile düzeni, meslek ve parasal durumu, destekleyici uğraşlarının olup olmaması gibi birçok değişkene bağlıdır. Memesini bütün kadınlığı ile eşdeğer tutan bir kadının tepkisi elbette ki çok daha fazla olacaktır. Yapılan çalışmalardan birinde ise hastaların büyük çoğunluğu için asıl endişenin ölüm korkusu değil, ölüme giden yolda kendilerini kuşatan yalnızlık duygusu olduğu saptanmıştır.
Mastektomi sonrası meme kaybının ruhsal ve cinsel yaşam üzerine belirgin etkileri olmaktadır. Meme protezleri, dışarıdan bakıldığında bu kaybı yerine koyuyor gibi görünse de kadında bütünlük duygusu hissettirmemekte, beden algısının bozulmasını engellememekte ve kadının hissettiği deforme olma, bozulma duygusunu onarmamaktadır.
Seksenli ve doksanlı yıllarda, çıplaklık kriterine yeni bir kategori daha eklendi. Mastektomi sonrası çıplaklığı. Pek çok sanatçı mastektomili kadınların insana umut veren çalışmalarını yaptı. Sanatçılar mastektominin utanılacak, gizlenilecek bir durum olmasına karşı çıkarak gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdiler.
Marilyn Yalom’un dediği gibi; kadın vücudu ve kanı gibi memeler de saygıdeğer uygar insanların, insan vücudunun tüm parçalarına göstermesi beklenen ilgiden fazlasını hak etmez. Memeler halen kültürel ve seksi beklentileri sırtlarında taşısalar da pek çok kadın, memelerinin böylesi bir sorumluluğu üstlenmediği günleri görebilme hayali kurar.